27 Ekim 2010 Çarşamba

Ayıp olmaz mı?

Sınırları ayıp mefhumu ile bulandırılmış rasyonaliteye "doğu" denir.

Oto-oryantalizm mi?
Hiç sanmıyorum. Çıkış noktam ayıbın tanımını yapmaktı. Bunun sebebi ise, bu kavramı bir yabancıya nasıl anlatacağımı düşünmemden ileri geliyor. Demek istediğim, ayıbın "tanımının" yalnızca dinamik olabileceğini farkettim. Aslında sokakta çıplak gezmek de ayıp iken; mesela, yemekte çorbayı hüpürdetmek de ayıp olaibliyor. Bu kavramın dinamik de olsa, bir tanımı olmalı. Bu düşüncemi gece, yukarıdaki "tanımsıya" bağladım.
Ayıp, kültürümüzün içimize işlettiği, artık içgüdümüz olmuş, aklın sınırlarını belirlemeye yol açan, düşünmeden olayları mantıklı olarak sınırlandırmamıza sebep veren bir olgu. Ayıp içimize yerleşmiş bir "ölçüt". Aklımızın verdiği kararın içinde ne kadar ayıp düşüncesi barındırdığını bilemeyeceğiz. Bu yüzden aslında biz "doğu" toplumuyuz. Salt aklın sınırları var mıdır tartışmasına girmek istemiyorum fakat sınırların bir ayıp mefhumu tarafından sınırlandırılmadığını söylemek pek güç.

24 Ekim 2010 Pazar

Roma'ya karşı Floransa

Roma, İtalya'nın başkenti. Dünyanın en güzel şehirlerinden biri Roma. Aşıkların kenti, dünyayı yönetmiş bir İmparatorluğun temsilcisi, en büyük dinlerden birinin merkezi. Roma, görkemli binaların, geniş caddelerin ve onların açıldığı büyük meydanların- insanların kaynaştığı, sürekli beraber oturdukları, trafikten uzak bir yaşamı paylaştıkları o meydanların- kentidir. Roma'ya gittiğinizde her sanatın en görkemli örnekleriyle karşılaşabilirsiniz: Resim, heykel, mimari... Kentin dört bir yanını kaplayan ve insanların yaşadığından emin olamadığınız han kapılı binalar, o binaların tepelerinden sizi gözetleyen melekler, azizler, İsa, Meryem, papalar ve diğerleri... Büyük kiliseler, katedraller, kocaman görkemli anıtlar, İmparator için yapılmış devasa bir anıt... Din'e dair bir çok şey, egemenliğe dair onca şey... Hepsi Roma'nın içindedir. Tüm bunlar, korkunç bir güzelliğe sahiptir. Tanrılar, Azizler izler sizi. Kutsal "Romanın" imparatorları sizi gözlemektedir. Ve tüm bunlar, bütün bunlar birleşir de Campo dei Fiori oluverir. Giordano Bruno'nun canlı canlı yakıldığı, bir Roma oluverir. Galileo Galilei'yi ev hapsinde gözeten kiliseye dönüşür Roma. Devasa binalar, devasa heykeller sizi her an kontrol altında tutar. Tanrı yahut Devlet, her şeyi görür, zaten kafanızı kaldırdığınızda size baktıklarını göreceksinizdir. Bir halkı kontrol altında tutmak bu kadar kolaydır, bunun güzel gözükmesi işten bile değildir. O heykelleri yaptıranlar ki, akılı mahkum etmiş, sürgün etmiş, öldürtmüş, işkenceye tabi tutmuş, korkutup kaçırmıştır.

Aklın, şanslıysa, kaçabildiği yer ise, İnsan'ın Yeniden Doğuşu'nun kutlandığı, Rönesans'ın merkezi Floransa'dır. Floransa'da kocaman denebilecek tek yapı, kent için abes ile iştigal durumunda kalan Duomo'dur. Yani kentin büyük katedrali. Meydanlar dar sokaklar ile bağlanıt birbirine, daha güvende hissedersiniz mermerden çok ahşap yoğunluğu olan o organik evlerin arasında. Kapıları kendi evinizin kapısı gibidir. Tepelerden bakan o kutsal kahramanlar yoktur bu kentte. Floransa bir uygarlığın ateşlerinin ilk atıldığı yerdir ve o uygarlık Aklın Uygarlığı'dır. Michelangelo'nun, Da Vinci'nin, Galilei'nin, Dante'nin, Boccaccio'nun, Machiavelli'nin, Donatello'nun şehridir Floransa. Özgür Düşünce'nin, iktidara karşı, baskıya karşı, zihni paslatan tüm etmenlere karşı bayrak açtığı noktadır. Bir yerde Roma tarihtir. Floransa ise, geçmişe baş kaldıran akıldır. Floransa ve Roma kentlerinin mimarisi, yapısı, tarihi, heykel ve resim geçmişi, şehirlerin tasarımı izin veriyor bize, Roma'yı özgür düşüncenin karşısında, Floransa'yı ise onun ta kendisi olarak soyutlamamıza.

Roma, hala başkentidir, İtalya'nın. İtalya'da sokaklarda bir kaç çeşit polis dolaşıyor. Göçmenler fişleniyor, sokaklarda Mussolini bardakları, tişörtleri satılıyor. Güçlü bir sağ ittifak, yabancı işçilerin haklarını kısıtlamak vaatleriyle iktidara geliyor. Floransa ise küçük bir şehir, Uffizi Müzesi, Galileo Müzesi, Davud heykeli ile ufak bir kent. İçinden Arno nehri geçiyor. Bir Çinli resim yapıyor Floransa'da. Bir Mağripli gitar çalıyor geceleri. Bir İtalyan poster satıyor. Turistler gelip gidiyor, insanlar hayatlarını idame ettirme çabasında. Floransa, Roma'nın başkenti olduğu bir ülkenin, küçük bir kentidir yalnızca.

11 Haziran 2010 Cuma

Why am I doing the Wall again now?


"I recently came across this quote of mine from 22 years ago:

” What it comes down to for me is this: Will the technologies of communication in our culture, serve to enlighten us and help us to understand one another better, or will they deceive us and keep us apart?”

I believe this is still a supremely relevant question and the jury is out. There is a lot of commercial clutter on the net, and a lot of propaganda, but I have a sense that just beneath the surface understanding is gaining ground. We just have to keep blogging, keep twittering, keep communicating, keep sharing ideas.

30 Years ago when I wrote The Wall I was a frightened young man. Well not that young, I was 36 years old.

It took me a long time to get over my fears. Anyway, in the intervening years it has occurred to me that maybe the story of my fear and loss with it’s concomitant inevitable residue of ridicule, shame and punishment, provides an allegory for broader concerns.: Nationalism, racism, sexism, religion, Whatever! All these issues and ‘isms are driven by the same fears that drove my young life.

This new production of The Wall is an attempt to draw some comparisons, to illuminate our current predicament, and is dedicated to all the innocent lost in the intervening years.

In some quarters, among the chattering classes, there exists a cynical view that human beings as a collective are incapable of developing more ‘humane’ ie, kinder, more generous, more cooperative, more empathetic relationships with one another.

I disagree.

In my view it is too early in our story to leap to such a conclusion, we are after all a very young species.

I believe we have at least a chance to aspire to something better than the dog eat dog ritual slaughter that is our current response to our institutionalized fear of each other.

I feel it is my responsibility as an artist to express my, albeit guarded, optimism, and encourage others to do the same. To quote the great man, ” You may say that I’m a dreamer, but I’m not the only one.”

- Roger Waters, 2010

http://www.rogerwaters.com/

2 Haziran 2010 Çarşamba

Açık Pencere (Pierre Bonnard)


Geçmişe bir selam...

25 Mayıs 2010 Salı

Mieux vaut plier que rompre*

Bir Fransız deyişi çarptı bugün gözüme, sınavlarıma çalışırken. O çalışma süreci benim için, çoğu zamandan daha enteresan bir keşif sürecine dönüşebiliyor her nasılsa. Bakınız ne diyor o Fransız deyişi:

* "Kırılmaktansa, eğilmek(bükülmek) yeğdir."

Öyle mi gerçekten?

Tam emin değilim, belki bir yere kadar. Bir şeyin karşısında, adapte olup yaşamını sürdürebilmen için o sertliğinden taviz vermen gerekir belki. Ancak, bir noktadan sonra, belli bir süre büküldükten/eğildikten sonra, artık o sen misindir? Kırılmış bir sen, bir zamanlar sen olan ve bir direniş ile kırılmış sensindir. Var olan, var olmuş olan sen; sen olarak yok olursun, kırılırsın ama sen olmuş olarak. Ancak, bükülmüş bir sen, bir noktadan sonra sen olmayabilirsin ve kırılmamak uğruna "senlik"ten, vazgeçebilmek, en az kırılmak kadar korkutucudur. Yaşamın öznesi ben isem, ben olmamak ile ölmek arasında bir tercih yapmak da anlamsızdır aslında. Ancak, ben olarak ölmek ile ben olmamak arasında, sanki ilki daha caziptir.

Bükülmeyenlere; bu yolla da 26 Mayıs grevcilerine...

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Marcos'a


"Hiçbir zaman Zapatistaların lideri olmadım. Olsa olsa bir sözcü olabilirim ancak. Bu halkın asıl komutanı kendisidir; bu yüzden ben yardımcı komutanım."

23 Mayıs 2010 Pazar

Naiflik Üzerine

Okuyucuya geç kalmış notumdur bu. Aslında ikinci yazının bu olması gerekirdi. İnsanların bu blogu saçma bulması, boşuna takip etmesini engellemiş olur; çoğu kişinin zamanını çalmış olma yükünü omuzlarımda hissetmezdim.

Bu yazıda size 'naif'i anlatacağım. Bu yazıda size "naif"i savunacağım.

Naif, aslında naiflikle suçlanan kişi, çağının algısından etkilenmemiş kişidir. Çağının algısını kanıksamamış ve en basit şeye şaşırıp üzülebilen, en basit şeyi bile sorgulamaktan yerinmeyendir. Onun için, hayatında hiç etkisi olmayacak bir canlının ölümü rahatsız edici olabilir. Tüm dini ve vicdani duygulardan arındırılmış bir şekilde bile bir sineğin yaşamına son vermekten çekinebilir.

Naif, profesyonel spora harcanan paradan rahatsız olabilir. Vejeteryan olur, sanki onun et yememesi hayvanların ölmesini engelleyecekmiş gibi. Yaptığı şeyler, bir şey adınadır ama kendisi içindir de. Naif, ona gelecek eleştirilere karşı kendini savunamaz belki; fakat, bu kendi iç tutarlılığını sağlayamayacağı anlamına gelmez. Her zaman kendisi için bir cevabı vardı, bu cevap haklı bir cevaptır da.

"Bakın görmüyor musunuz?"der Naif- çıldırdığını düşünenler çıkacaktır. "İnsanlar, bombaların altında can veriyorlar. Çocuklar açlıktan ölüyorlar. Madenlerde göçüyor bazıları, bazıları sokak ortasında vuruluyor."

Naif'i savunuyorum; fakat, bana bile, saçma geliyor bazen. Saçma da değil de, anlayacağınız, naif geliyor. Ben kabul ediyorum, zihnim ambulans kapısı açılmadığı için veya yolda giderken açıldığı için ölenlerle; düşüncesi yüzünden yakılanlarla; artık bakmaya bile gerek duymadığım üçüncü sayfa cinayet, tecavüz, taciz haberleri ile; güvencesiz işi yüzünden hayatını kaybedenlerle; anlamsız savaşlarda hayatını kaybedenlerle yoğrulmuş. Hiç bir şey bana korkunç, söylenesi gelmiyor. Şaşırılası, şok olunası bir şey yok benim için sanki. Ama kabuğumu kırmalıyım, bunu normalim yapmamalıyım.

Naif'i anlatıyorum, Naif'i size savunuyorum. Naif'i kendime savunuyorum, Naif olmayı deniyorum.

Naif'i suçlamayın. O bir aptal değil; o boş konuşan, malumu ilan eden değil. O bize kaybettiğimiz insanlığı hatırlatan belki de, belki de o insanlığımızın ta kendisi. O hayretle bakmamız, karşısında oturup ağlamamız gereken olayları bize "gündelik" olarak sunan, manipüle vicdanımıza karşı, kaybettiğimiz "insanlığın" sesi.

Bu blog, naiflikle yazılmaya denenmektedir.

Yaşam, bir an

Bu akşam, eve gelirken, sokak lambalarının gücünün pek de aydınlatmaya yetmediği bir kaldırım köşesinde, kuru, kahverengi bir tahta parçasına benzeyen bir şey gözüme çarptı. Kulağımda, "What do you want from me?" çalıyordu, biraz hızlı yürüyordum müziğin de itkisi ile. Birden o "şeye" vurmayı düşündüm, ama her nedense, o "şeye" vurmak için ayağım hareket etmedi. Tam olarak o eylemi zihnim gerçekleştirmeyi denetmedi bana. Sadece bir an, içerisinde onun çok yavaş bir hareket içerisindeki salyangoz olduğunu farkettim. O anda içimi korkunç bir çaresizlik kapladı. O "şeye", vursa idim, aslında bilinçli olarak "cansız bir şeye, bir tahta parçasına" vurmuş olacaktım. Fakat, ayağımda ezilmiş, kırılmış olan şey bir zamanlar canlı olan sümüklüböcek olacaktı. Ben sümüklü böceği öldürmemiş bile olsam; sümüklüböcek ölecekti. Önemli olan "niyet" olmadığına göre, aslında ben bir canlının yaşamını sona erdiren kişi olacaktım. O bir anlık yaşama karar verme gücü düşüncesi beni korkuttu. Aslında çok kolaydı bu; geri dönüşsüz bir kolaylık ,bir rahatlık. Korkusunu yenebilen bir insan aslında herşeyi yapabilirdi. Gücü varsa, hakkı da var mıydı ama?


22 Mayıs 2010 Cumartesi

Her Türk Asker Doğar!

Bir insanın askerlikte çıldırmaması için, askere gitmek isteyecek kadar çıldırmış olması gerekir.

30 Nisan 2010 Cuma

Bir taş başka yerlerden, bambaşka yerlere aynı taş


Edward Said, bir taş atıyor. Bir taş, bambaşka yerlerden atılıyor. Bir çok taş ve hepsi bambaşka yerlere gidiyor. Aynı taş!

İsrail'e atılıyor, Filistinli çocuklardan. Amerikan askerlerine atılıyor, Iraklılardan. Atina'lı anarşistlerden astynomia'ya. En nihayetinde işçilerden patronlara, tüm ezilenlerden ezenlere, sömürülenlerden sömürenlere.

O taş ki, ölmek için, öldürmek için değil. O taş, EZLN'nin, Zapatistaların savaşının taşı! O taş, sesini duyurmak için attığın taş!

1 Mayıs'ta o taş anlamlanıyor yine. O aynı taş oluyor, atılan bambaşka taşlardan biri. Mücadele her yerde! Taksim kazanıldı, artık her yer Taksim!

Mücadele, o hepimizin bambaşka umutlar ve isyanlarla sarıldığı taş, farklı yerlere attığımız ama hedefine ulaştığında aynı olduğunu farkettiğimiz o taştır.

26 Nisan 2010 Pazartesi

Peki ya Halley yok olduğunda?


Çocukken, 1997 yılıydı sanırsam, Hale-Bopp kuyruklu yıldızı çok uzun bir süre görünür kalmıştı gökyüzünde. Her gece onu izleyişimi hatırlarım. O zamanlar üzerinde pek düşünmezdim, 3000 yıl sonra tekrar gözükecekmiş diyorlardı. Tam olarak kafamda canlandıramadığımdan değil, hissedemediğimden ya da tam olarak anlayamadığımdan işte. Daha sonra, ben doğmadan, pek de uzun olmayan bir süre önce - uzun olmayan?- Halley kuyruklu yıldızının geçmiş olduğunu öğrendim. Halley 75-76 yılda bir geliyordu, bir sonraki gelişi ise, tahmini, 2061'di. İnsan ömrü ile kıyaslanabilir bir uzunluk. Yaşanbilir, yaşanması mümkün, yaşanmış bir süre. Yaşam hedefi olarak onu koydum, Mark Twain gibi, önüme. Canlı gözlerle görmek istiyorum, nedense... Ancak, kendi yaşamımın sınırlandığı bu süre, bir kuyrukluyıldızın gidip geri gelmesi - ki başka kuyruklu yıldızların periyoduna göre oldukça kısa bir süre - nedir gerçekten? Evrende, uzay-zamanda kapsadığı nedir? Bana etkisi, benim etkim nedir? O süre içinde anlamlanan yaşamım, Halley kuyrukluyıldızının sonunun gelmesiyle, ne gibi bir anlama bürünecek? Ben öleceğim, tamam da, Halley bile, yaşamayacak ki sonsuza kadar. O zaman, nedir bu olan biten? İşte bu kozmik ironi'nin ta kendisi bence.


24 Nisan 2010 Cumartesi

Selam Sana, Saraybosna

Selam Sana, Saraybosna!

Godard'ın bu selamını paylaşıyorum sizlerle, bu foto-film her şeyi anlatıyor. Hiçbir fazladan kelimeye lüzum yok.


"Bir bakıma, korku Tanrı'nın kızıdır, Hayırlı Cuma gecesi bağışlanan. Güzel değildir, alay edilmiş, lanetlenmiş, herkes tarafından reddedilmiş. Ama yanlış anlamayın, tüm ölümlülerin acılarına göz kulak olur, insanoğlu için ricacıdır. Çünkü, bir kural, bir de istisna vardır. Kültür, kuraldır ve istisna ise, sanat. Herkes kuralı konuşur: sigara, bilgisayar, T-shirt, TV, turizm, savaş... Kimse istisnadan bahsetmez. O konuşulmaz, yazılır: Flaubert, Dostoyevski... Bestelenir: Gershwin, Mozart... Resmedilir: Cézanne, Vermeer... Filme alınır: Antonioni, Vigo... Ya da yaşanır ve yaşama sanatı olur: Srebrenica, Mostar, Sarajevo... Kural, istisnanın ölümünü istemektir. Bu şekilde, Kültür Avrupasının kuralı, halen tomurcuklanan o yaşama sanatının ölümünü tertiplemektir.

Kitabı kapatmanın zamanı geldiğinde, hiç bir pişmanlık duymayacağım. Çok kötü yaşamış insanlar gördüm; bir çoğununsa çok iyi öldüğünü."

Çeviri: Kozmik İroni

Kozmik İroni

Kozmik İroni, ilahi bir kahkaha değildir. Aşkın bir bilincin zeka parıltısı değildir. Kozmik İroni, kesin değil ama muhtemelen, yaşamın ta kendisidir. Ortalama 70 yıllık hayatların, insanlık için hiç bir şey ifade etmediği, etse bile insanlığın yok olacağını düşündüğümüzde anlamsızlaştığı bir dünyada; yaşama, kozmik bir ironi demenin zararı olduğu düşünülemez. Kozmik İroni, yaşamak için paraya, para için de yaşama ihtiyaç duyulmasıdır. Kozmik İroni, ben burda doğarken; senin orada doğmandır ve-ben yarın ölürken, senin bugün ölmen. Kozmik İroni, yaşamın ta kendisidir; ancak, ironiden zevk almasını bilmek de mümkündür. Bilgi-sevenlerin, en sevdiği laftır ironi, kendisini de severler tabi. İroni, seni, beni hepimizi kapsar. Asla dışına çıkamazsın ama, gülüp geçebileceğin bir dünya yaratabilirsin. Sen değil, biz; biz değil, hepimiz!

İster politikayla ulaşabileceğine inan o dünyaya, ister sanatla, şiirle, edebiyatla, resimle... İster politikana kat sanatını, ister sanatına kat politikanı... Üretmek, kefenin cebi yokmuş, iz bırakmak için debelen. En büyük izi dünyaya, insanların hayatını değiştirerek bırakırsın; güler geçerlerse bu Kozmik İroni'ye, inan sen o ironiyi çoktan atmışsın omuzlarından.

Bu blogdayım, blogdayız. Hoş bir latife belki bu yarına kalamayacak olan, ufak bir gülümseme, umut çığlığı belki. Omuzlarımıza yüklenmiş, Sysphos'un sabrıyla taşıdığımız, her an gülüp geçebildiğimiz ama asla unutamadığımız o KOZMİK İRONİ'yi beraber karşılamak için, bu blogda olalım!